18 Ocak 2015 Pazar

Günlerin Getirdigi

Zaten hepimiz cennetten kovulmadık mı? Kendimize kendi cennetlerimizi oluşturduk. Oluşturduk mu? Kendimizi mi kandırdık? Ama kısa süre de olsa kandırdık ve ayaklarımızı yerden kestik di mi? Somut gerçeklerden kopup en iyi olduğunu düşündüğümüz müzikleri dinleyip en iyi olduğunu düşündüğümüz kitaplar yazarlar filmler yönetmenler oyuncular üstüne şaşmalar yaşamadık mı? Bunları cennet olarak görüp ‘hah iste su an ölsem gam yemem’i hissetmedik mi? Mugın dibinde kalan kahvelerimize kahve ekleyip birbirimize lokumlar yedirmedik mi? Birbirimizin elini ayağını öpüp birlikte ağlamadık mı? Bunlar olurken Kobane’de ypg militanları kendilerini patlatmadılar mı? Böyle bir dünyadan soyutlanmak cennete değil de nereye denk düşer? Kötü talihimizde zaten yazmaz mı cennetten kovulmak. Eninde sonunda, beğen ya da beğenme, o cennetten kovulmayacak mıydık? Kovulacağımızı bile bile yaşamakta diretiyorsak, ne kadar acınası haldeyiz bir düşünsene. Ne vahim ne boktan hayatlarımız var ki o sanrılara kapılıp, kanıp kalıyoruz. Biraz güzel müzik, biraz güzel film, biraz güzel koklayış. Aslında olur öyle, çok da fazla şey etmemek lazım.

27 Ağustos 2014 Çarşamba

Adeta Çorap Söküğü

En sevdiğim yazarları düşündüm bir an. Mesela biri bana en sevdiğin yazar kim dese,  ne derim… Aklıma hemen İhsan Oktay Anar geldi, sonra Ursula K.Le Guin geldi, sonra Isabel Allende sonra Paul Auster sonra… Sonra biraz durdum ve yuh dedim Tezer Özlü’yü Sevgi Soysal’ı nerde bıraktın!
Yazarlar değişik ilham kaynağı. Mesela Paul Auster okuyana kadar Amerika umrumda değildi, hep aşağıladım hep sevmedim. Sonra Paul Auster’dan sonra Brooklyn’e taktım. Hani bir şeyi aklınıza koydukça hep o şeyle ilgili bilgilere rastlarsınız ya, her yerde Brooklyn’e rastladım. Sonra o aralar sevdiğim kadın ressamlardan olan Georgia O’keeffe’in hayatını didiklerken onun doğduğu Wisconsin ve sonraları ünlü fotoğrafçı Alfred Stieglitz’le yaşadığı New York’la birlikte Amerika’ya burun kıvırmalarım yeni bir heyecana dönüştü. Bu sırada Kabasakal’ın Amerikan siyasi tarihi bilgilerinden yararlanarak harita üstünde de gezinir oldum. Amerikan tarihiyle ilgili bir şeyler okumaya başladım. Şimdi işi biraz büyütüp Milli Eğitim Bakanlığının Amerika’ da yurt dışı yüksek lisans bursunun peşindeyim. Hayalimin başındayım takipteyim :) Tabi başka seçenekler de var. Mesela Barcelona, Katalanlar, Endülüs… Muhteşem Endülüs mimarisi, erken dönem Osmanlı mimarisiyle iç içe ve benim için şahane bir araştırma alanı.  Ya da İngiltere’ de Bizans Mimarisi. Burada birkaç üniversite Türkiye’den öğrencilere Bizans çalışma olanağı veriyor.
Şehirler hayatımın her döneminde bana ilham verdi. Örneğin ben ortaokulda İtalya’yı, Floransa’yı tanıdığım için sanat tarihçisi oldum. Floransa bana ilham vermeseydi belki maliye okurdum! Hah hay şaka, elbette okumazdım!
Mesela instagramda özellikle Avrupa’dan ve Amerika’dan insanları takip ediyorum. Elbette bu insanların da yemek, selfie, makyaj gibi ıvır zıvırla uğraşanlarını değil,  yaratıcı ilham verici fotoğraflar çekenlerini takip ediyorum. Örneğin Kuzey Avrupa mimarisini oldum olası severim ve burada yaşayan birkaç kişinin fotoğrafları çok heyecanlandırıcı. Ya da MoMA yani The Museum of Modern Art var ki!
Hiç gitmediğim bir memleketin insanından o şehri öğrenmek, o şehir insanlarının neler ürettiğini görmek şahane.
Gitmeyi umduğum ülkelere şimdilik bu şekilde yakınlaşmak da güzel.

Her şey ufak bir heyecanla başlıyor. Sonra büyüyooor da büyüyor!



12 Haziran 2014 Perşembe

Kişisel tarihime bir not: Gezinin Adaleti

Ülkenin gündemi öyle delirmiş ki, akıl sağlığımızı nasıl koruyacağız, nasıl unutmayacağız endişeleniyorum.
Hazır annemlerin izlediği halk arenasından kaçıp bahçede serin serin otururken, hazır koca bir demlik de çay varken aklımı toparlayıp na şuraya kişisel tarihimin önemli bir notunu düşeyim.
10 Haziran'da güzel bir şey oldu ve İsmail Saymaz Elektrik Mühendisleri Odası'nın konuğu olarak İzmir'e geldi.
Geldi, gittim, dinledim, iki çift laf ettim, elini sıktım, güldüm, iki kitabını imzalattım.
İsmail Saymaz 12 yıldır Radikal'de çalışan bir muhabir. (Bugün Radikal'in 28 haziranda yazılı basından çekileceğini öğrendik.)
Ali İsmail Korkmaz'ın yok denilen dayak görüntülerini bulup ortaya çıkararak Eskişehir valisinden ölümü hatırlatan(!) bir e-posta alan İsmail, Berkin davasının da üstüne gitti.
Yani İsmail, dosya üzerinden çalışan bir gazeteci. İsmail bu yıl, Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü'nün seçtiği 100 basın kahramanından da biri.
Anlayacağınız hanımlar beyler, adam sağlam bir basın işçisi.
EMO'nun düzenlediği Gezi'nin Adaleti söyleşisinde Sözde Terörist kitabına paralel (paralel demese miydim?) giden İsmail'in bazı tanımlamaları fenaydı.
Misal 'Modern zamanların işçi sınıfı'' dediği beyaz yakalı gençler. Ve bu sınıfın Gezi sürecinde elinden düşürmediği Türk bayrağının onların elinde yıkandığı. Türk bayrağının yıkanışı! (mükemmel tespit)
Bundan başka, İstanbul Bağdat Caddesi'ndeki Gezi protestolarında ne polisin ne de tomasının zerre gözükmediği ama Mehmet Ayvalıtaş'ın öldürüldüğü Mustafa Kemal mahallesi gibi sol ve alevi mahallelerinde yapılan devlet terörüne dikkat çekişi de mükemmeldi.
Devlet aynı devletti Gezi'den önce de, Gezi'de de, Gezi'den sonra da. Bu aslında evveliyatından bir sınıf meselesi değil miydi zaten?
İsmail bu sınıfsallıktan bahsederken, aklıma yaşadığım şehirde Karşıyaka, Göztepe gibi semtler yaşanan Gezi olayları geldi. Buralarda da polis yoktu. Polis bu sınıfa niye dokunsundu. Onlara (devlet/hükümet) göre elinde bayraklar, hayatında ilk kez slogan atan insanlar bıraksınlardı enerjilerini atsınlardı. Lakin, Alsancak, Basmane gibi yerlerde hele bir de akp binasına yürümek isteyen sosyalist grup linç edilebilirdi. Kafalarına kapsüller gelebilir, sıkıştırılıp bir temiz dayak yiyebilirlerdi. Devletin zulmü sınıfsaldı, İsmail bir kez daha hatırlattı. Var olsun.
İsmail'in mükemmel tespitlerinden biri de Bağdat cad., Karşıyaka, Göztepe gibi semtlerdeki insanların bayraklı Gezi eylemlerine verdiği ad; Bayrak Töreni!
İsmail arıyor, buluyor, haber yapıyor, şehirden şehire gidiyor, kitap yazıyor.
Hayatı işi, işi hayatı, adamın statiği böyle işliyor.
Kitabını imzalatırken, İsmail'e, televizyon izlemiyorum, seni haberlerinden, kitaplarından ve twitterdan takip ediyorum. Bu yüzden durma yaz dedim. Peki bir eleştirin var mı dedi, hayır dedim arkandayız.
Bence alın bir kitabını okuyun, devletin işleyişini belgelerle görün. İsmail'in de dediği gibi devlet şiddeti Gezi'yle kapımızın önüne geldi. Oysa uzunca yıllardır devlet, kulağımızı tıkadığımız insanların hayatına acımıyordu, hınç alırcasına onlara saldırıyordu. Hani Kronos evlatlarını yiyor ya bizim hükümetler de yıllardır evlatlarını yemeye devam ediyor hala.





4 Haziran 2014 Çarşamba

Ağız dolusu gülen ve küfreden adam


Burası benim kusuk duvarım.
Baktım olmuyor, çıkarıveriyorum bloga.
Bazen ağız dolusu küfredesim geliyor. Dünle bugün de öyle oldu.
Hayır küfür de bilmiyorum ki! Bu konuda kendime has bir yaratıcılığım yok. Baktım küfredemiyorum, kendime bir çay ısmarlıyorum.
Bu konuda dedem iyiydi. Çok efendi bir adam olduğunu belirtmeliyim.
Ömrü boyunca çoğunlukla siyasetçilere kızmıştır.
Galiba en çok, deyyus, pezevenk ve ağız dolusu godoş derdi. Ve bence ilerde ben de onun gibi olacağım. 
Güzel küfreden adamdı dedem, huzur içinde uyusun. Kocaman elleri vardı, ayakkabı ustasıydı. Kemeraltında bir atölyede çalışırdı, çocukken ayağımı bir kağıta koyup, kocaman elleriyle bileğimden tutup, ayağımın ölçüsünü kalıbını alıp bana çok güzel ayakkabılar yapardı.
Birlikte akşam haberlerini izlerken, en çok Erbakan'a küfrederdi. O zamanlar Erbakan vardı. Erbakan'dan sonra yerini BB aldı. Aman ne güzel dolu dolu godoş derdi dedem. Bir elini de öne savurturdu ve illa bacak bacak üstüne atıp otururdu.
Dedem tıraş olduktan sonra yanaklarını öptürmeyi çok severdi. Hemen yanıma gelip yanaklarını öptürürdü.
Ben çok seviyorum diye de, koli koli yumurta alırdı. 'Seni yumurtacıyla evlendircem', derdi.
Çocukken okul çıkışı bakkaldan helva alıp kollarımı  sıvayarak helva yememi de gülerek anlatırdı.
Dedem gülerdi, ağız dolusu hem de. Sokağın köşesindeki kahvede kahkaha attığında balkondan duyardık kahkahasını ve biz de gülerdik onun keyifle gülüşüne.
Dedemin gidişinin ardından sanırım onu unutmamak adına aklıma gelenleri buraya not düşüyorum.
Sevgisi kalıcı olsa da hatıralar unutulabilir gibi geliyor.
Unutmak istemem. Belki aşırı vefalı oluşumdan belki sevdiğimden. Dedemi unutmaya kıyamam. Bu yüzden bir laf döne dolaşa dedeme gelebilir.

18 Nisan 2014 Cuma

Çaktırmadan Veda

Ben mesela kalabalık bir çarşıda nefes alabildiğim pasajları severim. İçinde bir erkek berberi ve çay ocağı olan pasajları. Sonunda bir ağaç gölgesinde taburede oturan yaşlısı olan pasajları.
Ben yine kalabalık içinde yürürken, bir Orhan Gencebay şarkısı duymayı severim. O Orhan Gencebay şarkısının nereden çalındığını merak eden insanların yüzündeki şaşkınlığı severim.
Ben eğilip bir kedi seven adamları severim ama bir hayvana tekme savuran denyoları asla.
Ben sevdiğim bir yazarla (elbette burada İhsan Oktay Anar'dan bahsediyorum.), pazar yürüyüşü yaptığım sırada karşılaşmayı severim. Ya da yine sevdiğim bir yazarla  aynı kazaya aynı şaşkınlıkla bakmayı.
Anneanneme karşı dedemi savunmayı severim mesela. Dedemin çaktırmadan 'bak anneanneni nasıl kızdırıyorum' bakışını.
Ben gerçekleştiremediğim arzularımı sevmem asla. (5 ay çalışıp dandik bir puan aldığım yds)
Her yemek hazırlayışımda radyo3' te çalan modern jazı da sevmem ben.
Ama (şu an olduğu gibi) dışarda yağan yağmurun odamı dolduran sesine radyo3'ten gelen Gece Kuşağı programının aryalarını severim mesela.
Ben büyük yazarlarla aynı dönemde yaşamayı en çok severim. Onlar eğer öldüğünde arkalarında tonla başyapıt bıraktılarsa (elbette burada Marquez'den bahsediyorum) öldüklerine üzülmem. Belki bencillik ama iyki yaşamış, iyki yazmış, iyki aynı zamanın insanıyız derim elbette.

8 Nisan 2014 Salı

Editör/Pazarlamacı

Siz hiç editör olarak başvurduğunuz iş görüşmesinden pazarlamacı olarak çıktınız mı?
Bugünkü gittiğim görüşme, editör adıyla açılmış bir iş ilanıydı. Haftalık bir ekonomi finans gazetesi kendine editör arıyordu. Başvurumdan iki gün sonra arandım. Ertesi gün görüşmeye gittiğimde bana nerelerde editörlük yaptığım, yazı yazdığım soruldu. İşin şartlarından kısaca bahsedildi, ne kadar maaş istediğim soruldu. Sonra e-postama bir yazı göndereceklerini ve benim bu yazıyı haber diline çevirmem gerektiği söylendi. Tamam dedim geldim eve. Yolladıkları anlam bakımından tutarsız ve bol hatalı metni haber diline çevirdim. Benden bir de daha önce yaptığım bir röportaj istemişler. Ben yaptığım iki röportajı e-postaya ekleyip diğer haber metni ile yolladım.
Sonraki 4 gün, işten bir dönüş olmadı. 5. gün aradıklarında tekrar görüşmek istediklerini söylediler.
Tamam dedim kesin oldu bu iş. Kalkıp gittim. Düşünün ne heyecan ne umutlar!
Önce (sonradan şu hanım olduğunu öğrendiğim) kişi, benimle bir başkasının görüşeceğini söyledi, bekletti. Ardından geçen hafta görüştüğüm kişi oturdu karşıma, dedi ki
-geçen hafta size dönemedim kusura bakmayın ama yazılarınız yöneticilerimizce beğenildi ben de sizi hemen aradım.
E tamam sorun yok, diye düşünürken içimden, karşımdaki kişinin gözleri gözlerimden kaçtı ve dedi ki
- hiç saha deneyiminiz oldu mu?
Saha? Sahada editörlük nasıl yapılıyor ki diye düşünür dururken, sizinle şu hanım görüşecek diyip masadan kalkıp gitti. Şu hanım gelene kadar bir on dakika daha bekledim. Ardından şu hanım geldi
-Yazılarınızı yöneticilerimiz çok beğendi sizinle çalışmak istiyorlar ama bizim editör boşluğumuz yok. Sahada çalışmanızı istiyoruz.
Bundan sonrası evelemeler gevelemeler. Gazeteye saygın abonelikler kazandıracakmışım ama haber de yapacakmışım, eminlermiş benim abonelik alabileceğime.
Muhtemelen hortlak görmüş gibi şu hanımın suratına bakıyordum beni ikna etmeye çalışırken. Editör ilanı verip pazarlamacı arayan, 22 yıllık bir kurumuz diye üstüne basan gazetenin ciddiyeti önünde hayretle eğiliyorum.

31 Mart 2014 Pazartesi

Mart Bitti

Mart biterken uyumuyoruz. Herkes, hepimiz galiba Ankara' ya kitlendik. Melih başgana karşı chp adayı dişe diş göze göz savaşıyor. Chp' nin seçim için mhp kökenli birini aday göstermesi... Tamam tamam sustum. Zaten hiç halim yok bu muhabbete girecek.
Geçtiğimiz bu hafta sevdiğim birinin akciğer kanseri olduğunu öğrendim. Hasta olduğunu ona henüz söyleyemedik. Tamam tamam bu konuya da girmeyeceğim.
Geçtiğimiz hafta kendime yeni kitaplar dergiler aldım.
Bir de notos' un yeni sayısını alacağım bu hafta.
Kitaplar şahane. Hatta okumaya kıyamıyorum. Gerçekten okumaya kıyamıyorum, çünkü okursam bitecekler. Bitmesin istiyorum.
Bu hafta birkaç iyi haber almayı istiyorum. Akciğer kanseri de olsa bir umut... Belki bir işten iyi bir haber....