18 Aralık 2011 Pazar

Gitmek ya da Kalmak? İşte Bütün Mesele Bu!

Gene buldum o şarkıyı.
Tam da gitmek ve kalmakla kafayı bozmuş iken.
Üstüne yetmezmiş gibi Kedi’den aldığım New York Seyir Defteri’nde gene o şarkının sözlerine yani o şiire rastladım. Konstantin Kavafis’in şiiri.
Hem de üstüne güzel bir gitmek ve kalmak meselesi  yazısı.
Allah sonumu hayır etsin!

....
*GİTMEK VE KALMAK
Bu, ‘olmak ya da olmamak’ kadar ciddi ve yaşamsal bir ikilem, karşıtların en acıtıcı birlikteliğidir ve yan yana durması en olanaksız bir ikilidir.Gitmek ve kalmak,ateş ve baruttan beterdir. Yani, ya gidersiniz, ya kalırsınız. Çünkü ikisini bir arada yaşamak diye bir şey yoktur.
….
Gitmek göze alabilmektir. Gitmek tehlikelidir. Gitmek merak etmektir, riski göze alabilmektir. Gitmek radikal bir değişim cesaretidir. Gitmek, kaçmak değildir. Gitmek ve kaçmak birbirine asla benzemeyen iki harekettir. Kaçmak panik ve kararsızlık ruh durumlarında gerçekleşirken, gitmek için soğukkanlı ve kararlı olmak –şart olmasa bile- gereklidir.
….
Ancak sabit bir yerde yaşayan kişi gitmek eylemine kalkışabilir. Çünkü gitmek, kalmayı veya durmayı bilmek demektir.
Kalmak güçtür. Kalmak, kabul etmeyi veya kalınan yeri değiştirmeyi gerektirdiği için güçtür. Kabullenmek, kendi karakterini yaşayamamak tehlikesi barındırır içinde ve bu tehlike kederli bir renk katar kalmak eyleminin duruşuna. Kalınan yeri değiştirmekse, bir terzinin bir elbiseyi düzeltmesi kadar çileli bir iştir. Bütün terziler yeni bir kumaştan taze bir elbise dikmeyi tercih ederler.
 
**Adı:ŞEHİR
  ‘’Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim’’ dedin
  ‘Bundan daha iyi bir şehir bulunur elbet
  Her çabam kaderin olumsuz yargısıyla karşı karşıya
-          bir ceset gibi – gömülü kalbim
  Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
  Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam
  Kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün
  Boşuna bunca yılı tükettim bu ülkede’
  Yeni bir ülke bulamazsın
   Başka bir deniz bulamazsın
  Bu şehir arkandan gelecektir
  Gene aynı sokaklarda
  Dolaşacaksın. Aynı mahallede koşacaksın,
  Aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
  Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda
  Başka bir şey umma –
  Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte
  Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde.

(*)   New york seyir defteri, Buket Uzuner
(**) Konstantin Kavafis



8 Aralık 2011 Perşembe

Diego Rivera 125 Yaşında

Sana iyki doğdun desem mi bilemedim Diego!
Ama sen doğmasaydın o tabloları yapacak mıydı Frida!
İyki doğdun Diego! Kocaman şişelerden içen adam. Duvarlara kendi gibi dev freskler yapan komünist, koca gülüşlü koca adam.
Meksika’da bekleyin beni Frida ile birlikte. Geleceğim Mavi Evi’nize…
Beni de çiz duvarlarına, Frida bana da kahvaltı hazırlasın, benle birlikte gezin Fransa’nın galerilerini, birlikte sıkılalım o küçük odalı evlerde.
Beni de çekip alın bu zamandan. Mavi Evi’n bahçesinde, köpeklerinizle maymunlarınızla havuzun başında resmimi yapsın Frida. Bana da o giysilerden giydirsin. Amerikalı çocuklar benim arkamdan da koşsun beni sirkten biri sanıp.
Gördün mü Diego bendeki sen Frida olup çıktı içimden.
Kızma bana. İyki doğdun Diego Rivera. Sonsuzluğunu kutlayalım 125. yaşında!

4 Aralık 2011 Pazar

Havra Sokağı Kafalı

Sıkıldım durdum bugün. Ben pazarları dışarıda olmayı hiç sevmem. Herkes dışarı çıkar ya ben illa evde olacağım. İlla gıcık olmam lazım ya ondan herhalde bu halim.
3 haftadır evin temizliği bana bakıyor. Pof ne gıcık şey! Bana Bursa’daki öğrenci evim gibi, bir göz oda bir de banyo yeter oysa. Ne gerek var büyük eve.
Neyse, temizledim parlattım ya bitti.
Başka bir şey de yapamadım ki. Matematik çalışayım dedim baktım birkaç işlemi yapamıyorum, yıkıldı dünya başıma. Ih yok moral bozmayacağım bugün.
‘Var mı aşktan öte,varsa sen söyle’ diyor şarkıda.
Kedi’de aşk da konuşulacakmış pazartesilerin birinde.
Konuşulsun da bu işin matematiğine inmek saçma geliyor bana.
Yok aşkın ömrü 3 yıl yok beyinde bir şeyler salgılanıyor.
Hey allam ne gerek var bunlara, hissetmek yetmez mi?
Ha bu arada âşık olanlar ölümü düşünmezmiş. Doğru tabi, aşktan mıdır gençliğimden midir artık, ölümü düşünmem ki ben, hem de daha yeni dedemi kaybetmişken.
Ha bir de aşıklar teknolojik aletleri çabuk bozarmış! Şaşakaldım! Bu kadar çok pc bozmamın nedeni bu demek! Dedim ama ben, durduk yere bozulup duruyor bu pc ler meğer aşktanmış ayol! JJ
Sevdikçe ölmeyeceğiz.
Can Yücel de öyle demiyor muydu?
‘Ben seni sevdikçe ölmeyeceğim’
Bize ölüm yok… Bu da Grup Yorum’un şarkısı gibi oldu.
Tanrım şiir gibi şarkı gibi konuşuyorum! J Anlaşıldığı üzere egom tavan!
Sanırım buaralar fazla çikolata yiyip kahve içiyorum. Biri beni durdursun! Yok vazgeçtim durdurmasın, iyiyim ben böyle. Hem mp3 çalarımı da aldım sonunda, kafamı sokuyorum bereme durmak ne mümkün!
Durmazsam eğer bu yazı hızıma dayanmaz ve iyice Havra Sokağına döner! GittimJ

30 Kasım 2011 Çarşamba

Ne Güzel Gece

Bu kadın beni neden hep hüzünlendirdi tam bilmiyorum. Aslında çözmeye uğraşmıyorum, sadece hisse odaklanıyorum.
Ama belki kadınlığı belki çocukluğunda yaşadıkları belki bu kadar aşık oluşu belki onu zorlayan şeylerin üstüne gidişi…
Ama en çok Diego’ ya bakışları, dokunuşu… Dokunuşunu nerden biliyorsunuz demeyin, açın youtube’u bakın.
Üniversitede Frida sunumu yaparken de sanki ta Meksika’dan bir kadın ressamı anlatıyor değildim de, ne bileyim teyzemden belki de kendimden bahseder gibi anlatmıştım.
Bir de hayatımın ilk alkışını o sunumdan sonra almıştım J
Neyse gene konuya döneyim, aşağıda daha önce yayınlanmış Frida yazımı paylaşayım dedim gecenin bu şahane vaktinde.
                                                                                                 KOMÜNİST BİR RESSAM FRİDA KAHLO

 Sanat nedir, amacı olmalı mıdır, bir ideoloji gütmeli midir, halk için mi olmalıdır?..
Sanat üstüne böyle ne çok soru sorulabilir!
Sanat bir doğumdur, yaratıcısının ellerinden çıkan bir çocuktur.
Yaratır sanatçı. İçinde tutamayacak hale gelen şeyleri doğurur, kendinle çatışır doğurur, yaşamıyla çatışır doğurur, toplumla çatışır doğurur.
Meksikalı sanatçı Carmen Frida Kahlo Calderon bunların tümüyle çatıştı. Doğumu da böyle bir ortamdı aslında, bir devrimin doğduğu ülkeydi Meksika.

Ben bir devrimin kızıyım, buna hiç şüphe yok, bir de atalarımın taptığı ihtiyar ateş tanrısının. 1910’da doğdum. Mevsim yazdı. Kısa zaman sonra büyük isyancı Emiliano Zapato, Güneyi ayaklandıracaktı. Evet, ben bu şansa sahip oldum işte; Benim tarihim 1910dur.


Frida’ nın entelektüel ateist bir babası ve dini inançlarına sıkı sıkıya bağlı bir annesi ve kız kardeşleri vardı. Çocuk yaşlarda babasından fotoğraf çekmeyi öğrenmişti. Beş yaşında çocuk felci oldu ve bu nedenle sağ ayağı ötekinden daha kısa ve ince kaldı.Tüm fotoğraflarda saklamak isteyeceği daha kısa bir bacağa sahip olmuştu ve böylece çocukluğu boyunca diğer çocukların alay konusu olmuştu. Çocuklar onu göstererek ‘Frida, pata de polo! diye bağırırlardı. Yani Tahta bacaklı Frida! Bunlar onun kişiliğini olgunlaştıran, sağlamlaştıran küçük ama önemli detaylar olmuştur.

’Yaşamlarına bir anlam vermeyi bilmeyen ve sizinkine zarar vermeye çalışarak daha da alçalan insanların, kendi özgüçlerini başkalarını küçük düşürme yoluyla elde edecekleri öğrenilmiş düş gücü ve oyun fukarası çocukların bu türden kırıcı davranışları bana dokunmaz oldu… ‘

Yaramaz çocukluğunu Meksika’nın en iyi lisesi olan Ulusal Hazırlık Okulu’nda da sürdürdü. Bu okul sosyal etkinlikleri, kulüpleri baskın olan bir okuldu. Frida, burada Cachuca’lar kulübüne katılmıştır. Kendinden başka sekiz arkadaşıyla beraber romantik sosyalizmi benimsemişler, kendi kültürleri dışında İspanyol ve Rus Edebiyatından da çokça etkilenmişlerdir.
Frida bu yıllarda kendini okuyarak beslediğini, dönemin koşullarının bunu gerektirdiğini, devrimin onların omuzlarında yükseldiğini söyler.

‘Biz bir devrimin çocuklarıydık ve bu devrimin bir yanı omuzlarımızdan destek alarak ayakta duruyordu. Devrim bizim süt annemiz, bizleri karnında taşımış olan gerçek annemizdi… İnanç ve umut doluyduk. Yeryüzünde değişmesi gereken herşeyi değiştirecek güce sahip olduğumuzu düşünüyorduk. Haklıydık da… Gücümüz neredeyse kendimizi aşıyordu. Asıl önemli olan da atılımımızın yaşamsal olmasıydı…’

Frida, 17 Eylül 1925’in bir öğleden sonrasında, okul çıkışı, nişanlım dediği sevgilisi Alejandro Gomez’le bindiği dönemin yeni olan ahşap otobüsünde ‘bedenime giren ilk acı’ dediği kazayı yaşar. İnsanların ölecek gözüyle baktığı Frida, o kazadan omurgası ve belinde 3 kırık, köprücük kemiği, üçüncü, dördüncü kemiği kırık, sağ bacağında on bir kırık, çıkmış ayak ve omuz ve son olarak da üç yerinden kırılan leğen kemiği ile sağ kurtulmuştu. Ekim 1925’te Frida evine çıkarıldı. Ve böylece kımıldamadan sırtüstü yatmak zorunda oldu günler başlamış oldu.

O dönemde Proust okumayı kafama koymuştum. Botticelli’nin Sistina Şapeli’nde Jetro’nun kızı Zephora’dan söz etme biçimi beni çok etkilemişti. Bu freskin resmini kitaplarda arayıp bulmuş, hafifçe yana eğik ve etkileyici güzellikteki bu yüzü uzun uzun incelemiştim.

Bu dönemde ilk aşkı Alejandro Gomez tarafından terk edildi. Babasının getirdiği boya tüpleriyle resim yapmaya başladı. Ve ilk resmi, aynada en çok gördüğü olan yüzünün  portresini Alejandro  için yaptı.

Bu üzerime gelen aynanın altında, birden şiddetli bir resmetme arzusu uyandı bende. Artık sadece çizgiler çizmek için değil, bu çizgilere bir anlam, biçim ve içerik vermek için de bol bol zamanım vardı… Otoportre konusundaki ısrarım hakkında bana çok soru soruldu. Bir defa seçme şansım yoktu… Bir an kendinizi benim yerime koyun. Tam kafanızın üzerinde kendi görüntünüz, özellikle de bedeninizin çoğu zaman çarşafların, yorganların altında olduğundan, yüzünüz. Yani, salt yüzünüz. Takılmamak elde değil, neredeyse çıldırtıcı bir şey bu. Ya bu takıntı sizi yutar ya da siz onun karşısına dikilirsiniz.’

Zorunlu yatak günleri sona erdiğinde, 1928 senesinin başlarında kendini Meksika sanat çevresinde buldu. 1929’ da Meksika Komünist Partisine katıldı. Burada birçok dost edindiği gibi, aktif bir sanat ve fikir ortamına dahil oldu. Ve burada hayatının ikinci önemli kazası dediği Diego Rivera ile tanıştı. 1929 senesinin 21 Ağustosunda evlendiler. Diego, komünist ve ressamdı. Frida’nın ailesi  onların evliğini, bir güvercinle filin evliliğine benzetmişlerdi.

‘ Diego, kendi boyutlarında dev yapıtlar verdi; bense, kendime uygun küçük boyutlarda çalışmalar yaptım. O daha çok dışa, toplumsal olana açıktı, bense içe, insanın mahremiyetine dönüktüm. Ayrı türden bu yakınlığın, birbirimizin çalışmasına yönelttiğimiz bu bakışın ve bu konudaki eleştiri duygumuzun yaşamımdaki en güzel şeylerden olduğunu düşünüyorum. İlişkimizin en güzel yönlerinden biri de buydu.’

1930 sonbaharında bir dizi duvar resmi yapmak için Amerika Birleşik Devletlerine gittiler. San Francisco’da bir heykeltraşın evine yerleştiler. Diego çalışırken, Frida geleneksel giysileriyle Amerika sokaklarını dolaşıyor ve eğleniyordu. Bazen çocuklar, Frida’nın kıyafetinin ilgi çekiciliğine kapılıp, peşinden koşuyorlar, onu sirkte çalışan biri zannediyorlardı. O dönemde sağlıksız olan bacağının ağrıları artınca kendini resme verdi. Çeşitli portreler yaptı. Haziran ayında Meksika hükümetinin çağrısı üzerine tekrar Mavi eve, Meksika’ya döndüler. Ve orada bir konukları vardı, Que Viva Mexico’nun çekimleri için gelen Sergey Eisenstein. 1932 Nisan’ın da tekrar Amerika’ya gittiler.

‘Bu kent ( Detroit ) zavallı köhne bir köye benziyor. Hiç sevmiyorum ama Diego bu arada hararetle çalıştığı için mutluyum (…) Sanayi merkezi Detroit’in gerçekten en ilginç yeri, geri kalanı, Amerika’daki her yer gibi çirkin ve anlamsız.’

Bu sırada Frida hamileydi. Fakat Temmuz 1932’de bir gece, Frida düşük yaptı. İki hafta hastanede kaldı ve 17 Temmuz’da Henry Ford Hospital’den çıktı. Çok zayıftı ama zaman yitirmeden ‘ Henry Ford Hastanesi ‘ adlı tablosunu bitirdi. Annesinin kansere yakalandığını haber veren mektubu alınca, 4 Eylül’de bir arkadaşıyla trene binip yola koyuldular. Diego Amerika’da kaldı. Meksika’ya, Mavi Ev’e vardıklarında 8 Eylül’dü ve annesi Matilde 15 Eylül’de öldü. Bir ay Meksika’da kalıp tekrar Detroit’e döndü. Hemen resim çalışmalarına koyuldu. Diego, Detroit Sanat Enstitüsü’nde çalışıyordu. Ve Rockefeller Merkezi’ndeki duvar resmi eleştiri yağmuruna tutulmuştu. Çünkü resmin tam ortasında Lenin’in yüzü görülüyordu. 1934’te, Meksika’daki evlerine döndüler.
1936’da Frida, sağ ayağından üçüncü kez ameliyat oldu, fakat ayağı besleyen damarlardaki çürüme devam ediyordu. Omurgasında da şiddetli ağrılar duymaya başlamıştı. Ama tüm bu acılar, yaşama sevincini azaltacağına daha kızıştırıyor ve karakterini güçlendiriyordu. San Angel’ deki evleri çok hareketliydi; Rivera çifti ve dostları, Frida’nın kız kardeşleri, maymunlar, papağanlar ve köpekler hep biraradaydı.  9 Ocak 1937’de Rus Siyaset adamı Troçki ve eşi Natalya Mavi Ev’e yerleştiler.Frida, Troçki’ye 7 Kasım 1937’de bir otoportresini hediye etti. Buarada sanat eleştirmeni Andre Breton Meksika’ya gelip, San Angel’daki eve yerleşti. Breton, Frida’nın gerçeküstü resimler yaptığını söylüyordu. Frida ise onu, fazla kuramcı buluyor ve sadece kendi gerçekliğinin anlattığını söylüyordu, kendi düşlerini, kendi gerçekliğini.

‘Benim, yalnızca kendim, dengem ya da yaşamımı sürdürebilmem için tümüyle resme dört elle sarılmam, resmin içine kök salmam gerektiğini düşünüyorum… 1937- 38 yılları benim açımdan sanırım bu duyguyu yansıtır ve bu anlamda bir dönemeç niteliği taşır… Zaman zaman, sürdürdüğüm biçimiyle resmimin, bir ressamınkinden çok bir yazarın yapıtına benzeyip benzemediğini düşünürüm… Yapıtım: Asla yazılamayacak denli güzel özyaşamöykümdür…’

Frida önce New york’ta çeşitli tedaviler için bulunup ve küçük bir sergi de açtı. Sergilenen yirmi beş tablodan on ikisi satılmıştı. 1939’un Ocak ayında sergi açma amacıyla Fransa’ya  gitmişti. Frida, Fransızları, aşırı derecede entelektüel, tembel ve inceliksiz buluyordu. Küçük evlerde yaşamaları onu çok sıkmıştı. Frida bu arada hastalandı ve hastaneye kaldırıldı. Bu sırada serginin açılış sorunları yaşanıyordu. Sonunda Frida, serginin yıldızı olmuştu. Picasso Frida’nın resimlerinden çok etkilenmiş, Diego’ya bir mektup yazıp, kimsenin Frida gibi yüz çizmeyi bilmediğini söylemişti.Frida moda çevrelerini de etkilemişti. Modacılardan biri ‘ Madam Rivera elbisesi’ni tüm Paris’te duyurdu ve Frida Vouge dergisinin kapağında yüzükleriyle dolu elinin resmi çıktı. 1939-40 dönemi verimli ve sıkıntılı bir dönem yaşadı. Hem duygusal hem fiziksel acılarını resimlerine aktardı:İki Frida, Maymunlu Portre, Kısa Saçlı Otoportre, Dikenli Kolyeli ve Yılanlı Portre. 1940’da Ocak ayında Meksikâ’daki  uluslararası gerçeküstücülük sergisine, İki Frida ve Yaralı Masa adlı tablolarıyla katıldı. Bu sergide, Giacometti, Picasso, Kandinsky, Klee, Dali ve Rivera gibi ünlü sanatçılar da yer alıyordu.
Frida’nın retrospektif sergisi bir saygı gösterisiydi. Fotoğrafçı Lola Alvarez Bravo’nun güzel galerisinde Amberes Sokağı 12 numarada açılan serginin kokteyli 13 Nisan 1953’te yapıldı. Frida’yı  bu sergiye bir ambulanstan sedyeyle indirdiler ve insanlardan yol açmalarını ricalarda bulunarak yatağına taşıdılar. En sevdiği giysileri giymiş, bakımlı, saçları yapılı, yatağında Diego ve Lenin fotoğraflarıyla Frida şaşkınlık yaratmıştı. Ama tam da ona yakışır bir tavırdı bu!.. Frida orada dostlarıyla türküler söylemiş, ağlamış sanki veda etmişti… Sergiden sonra Frida’nın sağlık durumu iyice kötüye gitmişti. Doktorları dinlemeyip içkiye ve sigarasına devam ediyordu. Frida, bacağının kesildiği son ameliyatından bir ay önce kırk altı yaşını doldurdu.

Altı ay önce bacağımı kestiler. Bu aylar benim için işkenceyle dolu yüzyıllar gibiydi, zaman zaman aklımı yitiriyordum. Hala intihar etme arzusu taşıyorum.  Ama beni Diego engelliyor, çünkü zannedersem gösteriş açısından bana ihtiyacı olabilir. Böyle dedi ve ona inanıyorum. Ama yaşamım boyunca böyle acı çekmedim. Biraz daha bekleyeceğim

2 Temmuz’da hastalığına ve yakınlarının karşı çıkmalarına rağmen, komünistlerin düzenlediği bir gösteriye katıldı. Yağmur yağıyordu ve tekerlekli sandalyesini Diego sürüyordu. Zatürreye tutulmuştu ama umursamıyordu.
13 Temmuz 1954’ te sabaha karşı hayata veda etti. Son tablosu, kırmızı karpuzların olduğu, Yaşasın Yaşam olmuştur…

‘ Çıkış yolunun güzel olacağını ve asla geri dönmeyeceğimi umarım. Tekrar ediyor, haykırıyor, seni çağırıyorum. İhtiyar Mictlantecutli, Tanrı, kurtarın beni. Evet, çok içiyorum. Kafamın ve düşüncelerimin biraz dalgalanması için böyle yapıyorum. Bugün hayata dört elle sarılabiliyorsam, bunun tek nedeni düşüncelerimin beni yaşama bağlamasıdır’



  •  

13 Kasım 2011 Pazar

Toplumdan Beslenen Sanat

Sanat yaşamdır. Sanatçı toplumda yaşayan bir bireyse onu yaşamdan, toplum gerçekliğinden ayrı tutmak mümkün değildir. Sanatçı, geleneklerinin, eğitiminin, ulusal eğilimlerinin, politik ve ekonomik etkenlerin, dini inançların hatta iklimlerin yani çağın, dönemin, toplumun gelişimlerinden etkilenir. Tüm bunlardan doğan, yaratılan, sanat ürünüdür.


Bu yazıya konu olacak sanatçılar, toplumun yukarıda sayılan tüm etmenlerinin yoğurduğu sanat ürünleriyle, sanat tarihinde önemli yer edinmişlerdir.


Gustave Courbet, Jean François Millet, Honore Daumier, 19. yüzyılda Fransa’ da Realizm akımının önemli öncü sanatçılarıdır. Sanatçılar, yaşadıkları dünyayı gözlemleyerek gerçekçi resimler yapmışlar, dönemin yapısına uygun olarak resimlerinde köylüler, işçiler kısaca emeğin konusuna yer vermişlerdir.


Sanatçılar, hem klasik hem romantik sanatın yapaylığına karşı çıkmışlar, o güne değin önemsenmemiş toplumsal sınıfların konu edildiği sanat ürünleri yaratmışlardır.


Gustave Courbet, realist akımın öncüsü ve ateşli savunucusu olarak, birçok resminde, olayları olduğu gibi aktarmış ve sanata bakışını şu kelimelerle ifade etmiştir: İlkelerimden kıl payı olsun sapmadan, vicdanıma bir an olsun yalan söylemeden, birisinin hoşuna gitmek veya kolay satabilmek için bir karış tuval olsun boyamadan, hep yalnızca kendi sanatımla yaşamımı kazanacağımı umut ediyorum.’


Courbet, sanatçı duyarlılığına sahip ve politik konularla ilgilenmiş, Sanatçılar Federasyonu (La Federation des Artistes) başkanlığı yapmıştır. Bu başkanlık hapis ve sürgün hayatı da getirmiştir. Endüstri devrimi, pozitivizm, sosyal ve politik alanlardaki dönüşüm onu bire bir etkilemiştir. Kendisini bu dönüşümün bir parçası hissetmiş, sanat tarihine sansasyonları, öncü çalışmalarıyla imza atan sanatçı realist akımın öncüsü olarak, gözleme dayalı birçok resminde olayları olduğu gibi aktarmıştır.


Önemli resimlerinden biri olan ‘Taş Kırıcılar’ da yol kenarında çalışan iki işçiyi konu almış, işçilerin yüzünü bize göstermeyerek önemli olanın iş ve emek olduğunu vurgulamıştır.


                                                  Courbet, Taş kırıcılar



Courbet’in dedesinin ölümünden etkilenerek yaptığı ve yine önemli bir resmi olan, ‘Ornans’ta Cenaze’, anti hiyerarşik duruşun ifadesidir. Rahibin her zamanki haliyle kitabını okuması, mezar kazıcı adamın onun işini bitirmesini beklemesi, topluluğun sadece bu tören için orada oluşlarını yansıtan katı ifadeleri, hep gerçekçilikle bağlantılıdır.
                                              Courbet, Ornans’ta Cenaze


Courbet, Gombrich’ in 19. yüzyıl sanatını ifade ederken betimlediği gibi, kendi adına düşünme korkusuzluğunu ve inatçılığını gösteren nefret edilen ya da aşırı sevilen bir karakter olarak güzelle çirkini yan yana getiren sıra dışı bir sanat anlayışının kapılarını açmıştır.


Köy kökenli Jean François Millet resimleriyle, köylülerin yaşam koşullarını resim yoluyla  değiştirmek değilse bile, kırsal yaşama ilgi çekmeyi, köyü ve köylüleri sevdirmeyi amaçlamıştır.


Başak toplayan kadınlar resmi figürlerin yüzlerinin olmadığı emeğin vurgulandığı önemli bir resimdir.
                                                      J.F.Millet Başak Toplayanlar



Kent kökenli Honore Daumier, resimlerinde işçi sınıfının kentteki iyileri, politikacılar ve avukatların ise kentteki kötüleri temsil ettiğini, kötülerin iyileri acımasızca katlettiklerini göstererek kamu vicdanını uyandırmaya çalışmıştır. Ayrıca dönemin politikacılarının büstlerinin karikatürize edilmiş halleri bariz bir yergi içerir.


Dönemin düşünürü Proudhon’un eğitsel sanat arzusunun karşısında Emile Zola şunları savunmuştur: ‘Hayret, elinizde yazı var, söz var, istediğiniz her şeyi dile getirebilirsiniz ama eğitmek ve öğrenmek için çizgiler ve renkler sanatına başvuruyorsunuz. Biraz insaf edin, her zaman sağduyulu olmadığınızı unutmayın. Eğer bir parça sezgi sahibiyseniz bizlere ders verme hakkını felsefeciye, bizde çoşkular uyandırma hakkını da ressama bırakın. Sanatçıdan öğretici olmasını isteyebileceğinizi sanmıyorum ve ne olursa olsun, bir tablonun kitlelerin ahlakı üzerinde bir etki yapabileceğinizi kesin olarak kabul etmiyorum.


20. yüzyılda yaşanan toplumsal olaylar, dünya savaşları, iç savaşlar sanatçının öznesi olmuştur. Bu yüzyılın en bilinen sanat ürünü olan Guernica’ yı yaratan, üç boyutlu nesneyi iki boyutlu bir düzleme indirgeyen, renkten çok nesneyle ilgilenen sanatçı Pablo Picasso, 1881’de İspanya Malaga’ da doğdu. O’nun için konuşmayı öğrenmeden resim yapmaya başladı denir. Bunda resim öğretmeni olan babasının etkisi elbette yadsınamaz fakat o bir resim dahisidir.


On altı yaşında Madrid Kraliyet akademisine onur öğrencisi olarak kabul edilmiştir.


Picasso, İspanya’dan 1904’te ayrılıp Paris’e yerleşmiş, 1934’ten sonra ülkesine bir daha dönmemiştir. O Paris’te yaşayan, damarlarında anarşizmin kol gezdiği bir İspanyol sürgündür.


Picasso’ya göre ‘Bir resim yıkmalardan oluşan bir toplamdır.’


Guernica’ yı da bir yıkımın ardından yaratmıştır.


İspanya 1931’den başlayarak çalkantılı bir siyasi sürece girmiştir. Ayaklanan işçiler, general Franco ordusu ve faşist İtalya’ nın yardımıyla kanlı baskılara maruz kalıyordu. 1936’daki İspanyol iç savaşı faşist İtalyan ve nazi Almanya’sının yardımıyla bastırılmaya çalışılıyordu. 26 Nisan 1937’de Bask bölgesindeki 10.000 nüfuslu Guernica kenti, Alman bombardıman uçakları tarafından üç buçuk saatte tamamıyla yok edildi. Ve böylece Guernica iç savaşın dehşeti olarak dünyaya yayıldı.


Picasso bu olayın etkisiyle Guernica resmine başlamış ve 45 taslaktan sonra koca bir duvarı boydan boya kaplayan büyük boyuttaki bu resim, Paris Dünya Fuarının İspanyol pavyonunda Haziran ayında sergilendi. Resimde ne uçak ne kent yıkımı ne patlama görülür. Resimde kucağında ölü çocuğuyla acı çeken anne, yaralı bir at, tanrının oradaki varlığını simgeleyen bir ampul, kolları açık elinde kırık kılıcıyla yatan bir isyancı heykeli, resimdeki ayrıntılardan birkaçıdır.


Guernica, faşizme, savaşın acımasızlığına karşı tepkisel bir çığlıktır.


Picasso, halkının sindirilmesi için yapılan bu faşist saldırıyı  resmederek Guernica’yı dünya çapında önemli bir yere oturttuğu gibi, 20. yüzyılın en çarpıcı ve önemli sanat ürününü de yaratmış oldu.


Sanatçı Guernica bombardımanının hemen ardından yaptığı resimde acısını, isyanını geleneksel bir resim tarzıyla uygulasa da yapıt modern zamanların soyut, çağdaş bir savaş karşıtı simgesidir.
                                                   Picasso Guernica


Picasso, Courbet, Daumier, Millet ve toplumcu resimler yapmış daha birçok sanatçı belki de sanatın salt sanat için olmadığının bir simgesidir.


Sanatçının duyarlı kişiliğinin sancılarıyla doğan bir yaratı olan sanat ürünü, elbet toplum gerçekliğinden etkiler taşıyacak ve elbet bundan beslenecektir.

Düşünbil Dergi 2011 Mart Sayısı

30 Ekim 2011 Pazar

Pazar mırıldanmaları part 2

                                           Sonra da bu şarkıyı dinleyeceğim.

Pazar mırıldanmaları

                                        Akıllı bi kız olup çalışmaya başlamadan önce, ilk bu şarkıyı

29 Ekim 2011 Cumartesi

                                      Toulouse-Lautrec' in Suzanne tasvirinden fırlayıp geldim bu gece.

26 Ekim 2011 Çarşamba

Başlıksız

Ekşi sözlükten...


"ömrü hayatımda duyduğum en anlamlı söz oldu bu.
ağlaya ağlaya yazıyorum bunları...
        
           deprem olur olmaz van'a kazak, bot, mont gibi eşyalar gönderirken montun cebine
"geçmiş olsun kardeşim, ben de gölcük'te senin şu an yaşadıklarını yaşadım. maddi manevi ne sıkıntın olursa bana 05xxxxxxxxx numaralı telefondan ulaşabilirsin, hiç çekinme."
         yazılı bir kağıt koyulduğundan 3 gün sonra gelen mesaj:
'allah razı olsun kardeşim. şu an gönderdiğin montla ısınıyorum. sana söz bir gün sen düşersen ben de seni kaldıracağım.'"

23 Ekim 2011 Pazar

Tezer Özlü

                                                              Tezer Özlü'nün kitaplarından en sevdiceklerim


Şunu öğrenmelisin: Sen hiçbir işe yaramaz değilsin. Seni senden çalan toplumdur .
Kültür bir şeye cesaret edebilme sorunudur. Okumaya cesaret edebilme, bir görüşe inanmaya cesaret edebilme, görüşlerini açıklayabilme cesaretidir.
İnsanın başkalarına söyledikleri kendi duymak istedikleridir. Yazdıkları, okumak istedikleridir. Sevmesi, sevilmeyi istediği biçimdedir.
Bütün yaşama cesaretimi ölülerden alıyorum. Anlatılarında yaşadığım ölülerden. Bu kahrolası dünyayı, yaşanır bir dünyaya dönüştürmeyi başarmış ölülerden.Dünyanın ihtiyacı olan,her olguyu vermiş,söylemiş yazmış ölülerden.
Düzen ve güven kadar ürkütücü bir şey yoktur. Hiçbir şey.Hiçbir korku... Aklını en acı olana, en derine,en sonsuza atmışsan korkma.Ne sessizlikten, ne dolunaydan,ne ölümlülükten,ne ölümsüzlükten,ne seslerden,ne gün doğuşundan,ne gün batışından.Sakin ol.Öylece dur.Yaşamdan geç.Kentlerden geç.Sınırları aş.Gülüşlerden geç.Anlamsız konuşmaları dinle,galerileri gez,kahvelerde otur -artık hiçbir yerdesin.
Ama her şey içimizde büyüdü. Büyüdü. İnsan sevgisi zaman zaman yalnızlığımızın boyutlarını aştı, zaman zaman da insanlar yalnızlığımızı birbaşınalığımızdan daha derin, daha dayanılmaz boyutlara iteledi. O  zaman kentin denizlerini izledik. Dalgaların köpüklerinin sonsuzluğu anımsattı bir zaman ışığında. Kuzey rüzgarının mavi-yeşile bürüdüğü suların yüzeyinde. O kentte kimse mutlu olmadı, ama kimse de mutsuz değildi. Çünkü kimse inanmaz mutluluğa. O kenttesin. Bana kış mevsiminin ve ölümlerin şarkılarını bırakıyorsun.
Alışılagelmiş ilişkilere karşı çıktığın an, insanı yadırgıyorlar. Toplumdışı bırakmak için tüm çabalarını harcıyorlar. Toplum dedikleri kitlenin bir aradaki dayanılmaz yabancılaşmasını sanki kimse algılamıyor. Aklımı ellerinizden kurtardım. Geçti. Ben gökyüzümün altında, topraklarımın üzerinde olacağım. Toprakların dümdüz ve sonsuz ufku boyunca sürekli gideceğim.

Home Coming

Ben geldim. Dünya bu kadar hır gürken, insanlar zıvanadan çıkmışken,
beklendiğimi sanmadan ben geldim.
Olmayı en çok sevdiğim bir sokakla, Can Baba'nın sokağından geldim.
Kendimle konuşmalarım sonucunda verebileceğim rahatsızlıktan ötürü
affedin! :)