27 Ağustos 2014 Çarşamba

Adeta Çorap Söküğü

En sevdiğim yazarları düşündüm bir an. Mesela biri bana en sevdiğin yazar kim dese,  ne derim… Aklıma hemen İhsan Oktay Anar geldi, sonra Ursula K.Le Guin geldi, sonra Isabel Allende sonra Paul Auster sonra… Sonra biraz durdum ve yuh dedim Tezer Özlü’yü Sevgi Soysal’ı nerde bıraktın!
Yazarlar değişik ilham kaynağı. Mesela Paul Auster okuyana kadar Amerika umrumda değildi, hep aşağıladım hep sevmedim. Sonra Paul Auster’dan sonra Brooklyn’e taktım. Hani bir şeyi aklınıza koydukça hep o şeyle ilgili bilgilere rastlarsınız ya, her yerde Brooklyn’e rastladım. Sonra o aralar sevdiğim kadın ressamlardan olan Georgia O’keeffe’in hayatını didiklerken onun doğduğu Wisconsin ve sonraları ünlü fotoğrafçı Alfred Stieglitz’le yaşadığı New York’la birlikte Amerika’ya burun kıvırmalarım yeni bir heyecana dönüştü. Bu sırada Kabasakal’ın Amerikan siyasi tarihi bilgilerinden yararlanarak harita üstünde de gezinir oldum. Amerikan tarihiyle ilgili bir şeyler okumaya başladım. Şimdi işi biraz büyütüp Milli Eğitim Bakanlığının Amerika’ da yurt dışı yüksek lisans bursunun peşindeyim. Hayalimin başındayım takipteyim :) Tabi başka seçenekler de var. Mesela Barcelona, Katalanlar, Endülüs… Muhteşem Endülüs mimarisi, erken dönem Osmanlı mimarisiyle iç içe ve benim için şahane bir araştırma alanı.  Ya da İngiltere’ de Bizans Mimarisi. Burada birkaç üniversite Türkiye’den öğrencilere Bizans çalışma olanağı veriyor.
Şehirler hayatımın her döneminde bana ilham verdi. Örneğin ben ortaokulda İtalya’yı, Floransa’yı tanıdığım için sanat tarihçisi oldum. Floransa bana ilham vermeseydi belki maliye okurdum! Hah hay şaka, elbette okumazdım!
Mesela instagramda özellikle Avrupa’dan ve Amerika’dan insanları takip ediyorum. Elbette bu insanların da yemek, selfie, makyaj gibi ıvır zıvırla uğraşanlarını değil,  yaratıcı ilham verici fotoğraflar çekenlerini takip ediyorum. Örneğin Kuzey Avrupa mimarisini oldum olası severim ve burada yaşayan birkaç kişinin fotoğrafları çok heyecanlandırıcı. Ya da MoMA yani The Museum of Modern Art var ki!
Hiç gitmediğim bir memleketin insanından o şehri öğrenmek, o şehir insanlarının neler ürettiğini görmek şahane.
Gitmeyi umduğum ülkelere şimdilik bu şekilde yakınlaşmak da güzel.

Her şey ufak bir heyecanla başlıyor. Sonra büyüyooor da büyüyor!



12 Haziran 2014 Perşembe

Kişisel tarihime bir not: Gezinin Adaleti

Ülkenin gündemi öyle delirmiş ki, akıl sağlığımızı nasıl koruyacağız, nasıl unutmayacağız endişeleniyorum.
Hazır annemlerin izlediği halk arenasından kaçıp bahçede serin serin otururken, hazır koca bir demlik de çay varken aklımı toparlayıp na şuraya kişisel tarihimin önemli bir notunu düşeyim.
10 Haziran'da güzel bir şey oldu ve İsmail Saymaz Elektrik Mühendisleri Odası'nın konuğu olarak İzmir'e geldi.
Geldi, gittim, dinledim, iki çift laf ettim, elini sıktım, güldüm, iki kitabını imzalattım.
İsmail Saymaz 12 yıldır Radikal'de çalışan bir muhabir. (Bugün Radikal'in 28 haziranda yazılı basından çekileceğini öğrendik.)
Ali İsmail Korkmaz'ın yok denilen dayak görüntülerini bulup ortaya çıkararak Eskişehir valisinden ölümü hatırlatan(!) bir e-posta alan İsmail, Berkin davasının da üstüne gitti.
Yani İsmail, dosya üzerinden çalışan bir gazeteci. İsmail bu yıl, Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü'nün seçtiği 100 basın kahramanından da biri.
Anlayacağınız hanımlar beyler, adam sağlam bir basın işçisi.
EMO'nun düzenlediği Gezi'nin Adaleti söyleşisinde Sözde Terörist kitabına paralel (paralel demese miydim?) giden İsmail'in bazı tanımlamaları fenaydı.
Misal 'Modern zamanların işçi sınıfı'' dediği beyaz yakalı gençler. Ve bu sınıfın Gezi sürecinde elinden düşürmediği Türk bayrağının onların elinde yıkandığı. Türk bayrağının yıkanışı! (mükemmel tespit)
Bundan başka, İstanbul Bağdat Caddesi'ndeki Gezi protestolarında ne polisin ne de tomasının zerre gözükmediği ama Mehmet Ayvalıtaş'ın öldürüldüğü Mustafa Kemal mahallesi gibi sol ve alevi mahallelerinde yapılan devlet terörüne dikkat çekişi de mükemmeldi.
Devlet aynı devletti Gezi'den önce de, Gezi'de de, Gezi'den sonra da. Bu aslında evveliyatından bir sınıf meselesi değil miydi zaten?
İsmail bu sınıfsallıktan bahsederken, aklıma yaşadığım şehirde Karşıyaka, Göztepe gibi semtler yaşanan Gezi olayları geldi. Buralarda da polis yoktu. Polis bu sınıfa niye dokunsundu. Onlara (devlet/hükümet) göre elinde bayraklar, hayatında ilk kez slogan atan insanlar bıraksınlardı enerjilerini atsınlardı. Lakin, Alsancak, Basmane gibi yerlerde hele bir de akp binasına yürümek isteyen sosyalist grup linç edilebilirdi. Kafalarına kapsüller gelebilir, sıkıştırılıp bir temiz dayak yiyebilirlerdi. Devletin zulmü sınıfsaldı, İsmail bir kez daha hatırlattı. Var olsun.
İsmail'in mükemmel tespitlerinden biri de Bağdat cad., Karşıyaka, Göztepe gibi semtlerdeki insanların bayraklı Gezi eylemlerine verdiği ad; Bayrak Töreni!
İsmail arıyor, buluyor, haber yapıyor, şehirden şehire gidiyor, kitap yazıyor.
Hayatı işi, işi hayatı, adamın statiği böyle işliyor.
Kitabını imzalatırken, İsmail'e, televizyon izlemiyorum, seni haberlerinden, kitaplarından ve twitterdan takip ediyorum. Bu yüzden durma yaz dedim. Peki bir eleştirin var mı dedi, hayır dedim arkandayız.
Bence alın bir kitabını okuyun, devletin işleyişini belgelerle görün. İsmail'in de dediği gibi devlet şiddeti Gezi'yle kapımızın önüne geldi. Oysa uzunca yıllardır devlet, kulağımızı tıkadığımız insanların hayatına acımıyordu, hınç alırcasına onlara saldırıyordu. Hani Kronos evlatlarını yiyor ya bizim hükümetler de yıllardır evlatlarını yemeye devam ediyor hala.





4 Haziran 2014 Çarşamba

Ağız dolusu gülen ve küfreden adam


Burası benim kusuk duvarım.
Baktım olmuyor, çıkarıveriyorum bloga.
Bazen ağız dolusu küfredesim geliyor. Dünle bugün de öyle oldu.
Hayır küfür de bilmiyorum ki! Bu konuda kendime has bir yaratıcılığım yok. Baktım küfredemiyorum, kendime bir çay ısmarlıyorum.
Bu konuda dedem iyiydi. Çok efendi bir adam olduğunu belirtmeliyim.
Ömrü boyunca çoğunlukla siyasetçilere kızmıştır.
Galiba en çok, deyyus, pezevenk ve ağız dolusu godoş derdi. Ve bence ilerde ben de onun gibi olacağım. 
Güzel küfreden adamdı dedem, huzur içinde uyusun. Kocaman elleri vardı, ayakkabı ustasıydı. Kemeraltında bir atölyede çalışırdı, çocukken ayağımı bir kağıta koyup, kocaman elleriyle bileğimden tutup, ayağımın ölçüsünü kalıbını alıp bana çok güzel ayakkabılar yapardı.
Birlikte akşam haberlerini izlerken, en çok Erbakan'a küfrederdi. O zamanlar Erbakan vardı. Erbakan'dan sonra yerini BB aldı. Aman ne güzel dolu dolu godoş derdi dedem. Bir elini de öne savurturdu ve illa bacak bacak üstüne atıp otururdu.
Dedem tıraş olduktan sonra yanaklarını öptürmeyi çok severdi. Hemen yanıma gelip yanaklarını öptürürdü.
Ben çok seviyorum diye de, koli koli yumurta alırdı. 'Seni yumurtacıyla evlendircem', derdi.
Çocukken okul çıkışı bakkaldan helva alıp kollarımı  sıvayarak helva yememi de gülerek anlatırdı.
Dedem gülerdi, ağız dolusu hem de. Sokağın köşesindeki kahvede kahkaha attığında balkondan duyardık kahkahasını ve biz de gülerdik onun keyifle gülüşüne.
Dedemin gidişinin ardından sanırım onu unutmamak adına aklıma gelenleri buraya not düşüyorum.
Sevgisi kalıcı olsa da hatıralar unutulabilir gibi geliyor.
Unutmak istemem. Belki aşırı vefalı oluşumdan belki sevdiğimden. Dedemi unutmaya kıyamam. Bu yüzden bir laf döne dolaşa dedeme gelebilir.

18 Nisan 2014 Cuma

Çaktırmadan Veda

Ben mesela kalabalık bir çarşıda nefes alabildiğim pasajları severim. İçinde bir erkek berberi ve çay ocağı olan pasajları. Sonunda bir ağaç gölgesinde taburede oturan yaşlısı olan pasajları.
Ben yine kalabalık içinde yürürken, bir Orhan Gencebay şarkısı duymayı severim. O Orhan Gencebay şarkısının nereden çalındığını merak eden insanların yüzündeki şaşkınlığı severim.
Ben eğilip bir kedi seven adamları severim ama bir hayvana tekme savuran denyoları asla.
Ben sevdiğim bir yazarla (elbette burada İhsan Oktay Anar'dan bahsediyorum.), pazar yürüyüşü yaptığım sırada karşılaşmayı severim. Ya da yine sevdiğim bir yazarla  aynı kazaya aynı şaşkınlıkla bakmayı.
Anneanneme karşı dedemi savunmayı severim mesela. Dedemin çaktırmadan 'bak anneanneni nasıl kızdırıyorum' bakışını.
Ben gerçekleştiremediğim arzularımı sevmem asla. (5 ay çalışıp dandik bir puan aldığım yds)
Her yemek hazırlayışımda radyo3' te çalan modern jazı da sevmem ben.
Ama (şu an olduğu gibi) dışarda yağan yağmurun odamı dolduran sesine radyo3'ten gelen Gece Kuşağı programının aryalarını severim mesela.
Ben büyük yazarlarla aynı dönemde yaşamayı en çok severim. Onlar eğer öldüğünde arkalarında tonla başyapıt bıraktılarsa (elbette burada Marquez'den bahsediyorum) öldüklerine üzülmem. Belki bencillik ama iyki yaşamış, iyki yazmış, iyki aynı zamanın insanıyız derim elbette.

8 Nisan 2014 Salı

Editör/Pazarlamacı

Siz hiç editör olarak başvurduğunuz iş görüşmesinden pazarlamacı olarak çıktınız mı?
Bugünkü gittiğim görüşme, editör adıyla açılmış bir iş ilanıydı. Haftalık bir ekonomi finans gazetesi kendine editör arıyordu. Başvurumdan iki gün sonra arandım. Ertesi gün görüşmeye gittiğimde bana nerelerde editörlük yaptığım, yazı yazdığım soruldu. İşin şartlarından kısaca bahsedildi, ne kadar maaş istediğim soruldu. Sonra e-postama bir yazı göndereceklerini ve benim bu yazıyı haber diline çevirmem gerektiği söylendi. Tamam dedim geldim eve. Yolladıkları anlam bakımından tutarsız ve bol hatalı metni haber diline çevirdim. Benden bir de daha önce yaptığım bir röportaj istemişler. Ben yaptığım iki röportajı e-postaya ekleyip diğer haber metni ile yolladım.
Sonraki 4 gün, işten bir dönüş olmadı. 5. gün aradıklarında tekrar görüşmek istediklerini söylediler.
Tamam dedim kesin oldu bu iş. Kalkıp gittim. Düşünün ne heyecan ne umutlar!
Önce (sonradan şu hanım olduğunu öğrendiğim) kişi, benimle bir başkasının görüşeceğini söyledi, bekletti. Ardından geçen hafta görüştüğüm kişi oturdu karşıma, dedi ki
-geçen hafta size dönemedim kusura bakmayın ama yazılarınız yöneticilerimizce beğenildi ben de sizi hemen aradım.
E tamam sorun yok, diye düşünürken içimden, karşımdaki kişinin gözleri gözlerimden kaçtı ve dedi ki
- hiç saha deneyiminiz oldu mu?
Saha? Sahada editörlük nasıl yapılıyor ki diye düşünür dururken, sizinle şu hanım görüşecek diyip masadan kalkıp gitti. Şu hanım gelene kadar bir on dakika daha bekledim. Ardından şu hanım geldi
-Yazılarınızı yöneticilerimiz çok beğendi sizinle çalışmak istiyorlar ama bizim editör boşluğumuz yok. Sahada çalışmanızı istiyoruz.
Bundan sonrası evelemeler gevelemeler. Gazeteye saygın abonelikler kazandıracakmışım ama haber de yapacakmışım, eminlermiş benim abonelik alabileceğime.
Muhtemelen hortlak görmüş gibi şu hanımın suratına bakıyordum beni ikna etmeye çalışırken. Editör ilanı verip pazarlamacı arayan, 22 yıllık bir kurumuz diye üstüne basan gazetenin ciddiyeti önünde hayretle eğiliyorum.

31 Mart 2014 Pazartesi

Mart Bitti

Mart biterken uyumuyoruz. Herkes, hepimiz galiba Ankara' ya kitlendik. Melih başgana karşı chp adayı dişe diş göze göz savaşıyor. Chp' nin seçim için mhp kökenli birini aday göstermesi... Tamam tamam sustum. Zaten hiç halim yok bu muhabbete girecek.
Geçtiğimiz bu hafta sevdiğim birinin akciğer kanseri olduğunu öğrendim. Hasta olduğunu ona henüz söyleyemedik. Tamam tamam bu konuya da girmeyeceğim.
Geçtiğimiz hafta kendime yeni kitaplar dergiler aldım.
Bir de notos' un yeni sayısını alacağım bu hafta.
Kitaplar şahane. Hatta okumaya kıyamıyorum. Gerçekten okumaya kıyamıyorum, çünkü okursam bitecekler. Bitmesin istiyorum.
Bu hafta birkaç iyi haber almayı istiyorum. Akciğer kanseri de olsa bir umut... Belki bir işten iyi bir haber....

23 Şubat 2014 Pazar

Ne Gunler Sahiden

Saat 4:20 . Bu sabahin gecesinde, amacim buydu; sabahi gormek. Bu yetmeyecek, Alaybey'in gunesi karsilayisini da gorecegim. 
Bu hafta bir paket sigara aldim. Sigara aliskanligim yok. Captain Black severim. Babam tutununu kullanirdi piposu icin. Ona Alsancak'taki amerikan pazarindan tutun alirdim. O ictikce evde yayilan captain black kokusuna bayilirdim. Kabasakal'la da pipo icmeyi denesek de basaramadik. Ben de ona dogum gunu icin bir paket sigara aldim. Bes gunde on tane bile icemedik. Sigaranin sabah uyandigimda agzimda biraktigi tadi sevmiyorum. Bizim iciciligimiz  senede toplamda yirmi sigara ancak eder. 
Sansur yasasi cikti. Avrupa birligi ve Amerika'dan bu yasayla ilgili olumsuz yorumlar gelmesine ragmen hukumet ve cumhurbaskani yasayi onayladiysa biraz korkmakta fayda var gibi. 
Ne gunlere kaldik diyorum 85 dogumlu biri olarak. Ben ki Ozal doneminde dogmus, darbe egitim sistemiyle yetismis biriyim.Din soslu sag polikitalarin cukurlarindan gece gece bu yillara geldim. Geldim de boylesi korku ve siddeti bunyesinde barindiran bir iktidar gormedim. 
Oyle ki bunlari yazarken, acaba, diyorum. Acaba yazmasam mi?.. 
Ne gunlere kaldik sahiden! 

17 Şubat 2014 Pazartesi

Bir Garip Kabasakal

İstanbul da doğdu, 60ların sonuydu. Çokca bahsettiği çocukluğu ulus un ormanlık dönemine denk gelmişti. Ulus o zamanlar orta sınıfın semtiydi. Dallarından meyva topladığı, kızakla ortaköy e kadar kaydığı, robert kolejin bahçesinde koşturduğu çocukluğu hepimizinki gibi çok da uzun sürmedi.

Ailesinin aklına koymasıyla ingiliz lisesinin orta bölümüne başladı. İlk birkaç yıl, ingilizce belasının hakkından gelesiye kadar zorlu geçti. Liseye geçtiğinde fen bilimlerini ne kadar çok sevdiğini anladı. Fizik en sevdiğiydi. Yurt dışından arkadaşının getirdiği plaklarla rock müzikle tanıştı. Pink Floyd, Jethro Tull ve John Lenon en sevdiklerindendi. Sağlam müzik bilgisini bu yaşlarda kazanmaya başladı. Üniversite sınavında boğaziçi fizik bölümünü kazandı. Ama baktı olmuyor tekrar sınava girdi ve bu kez boğaziçi inşaat mühendisliği bölümünü kazandı. Hala kopamadığı okulu onun mabedi oldu. Hala görüştüğü arkadaşlarını burada edindi.

Okulun kortlarında sabahtan akşama tenis oynadı, birçok arkadaşına tenis oynamayı öğretti, fırsat buldukça okuldan arkadaşlarıyla ülkenin tüm dağlarını gezdi. Sporla iç içe geçen üniversite hayatında en sevmediği şey koşmaktı. Koşmak yerine sabahtan akşama tenis oynamayı tercih edebilirdi. Üniversite hayatı uzatmalı da olsa bittiğinde aynı okulun çevre mühendisliği masterına devam etti. Okul onun evi gibiydi. Orta kantinden bir çay alıp boğazı izlemek ya da merdivenlerde oturmak en huzur bulduğu zamanlar oldu. Liseden üniversite hayatına, ingilizce ve tenis dersleri vererek ve çeviri yaparak para kazandı. İnşaat mühendisi olarak ise tutunamadı, üç beş yıllık iş deneyiminden sonra fotoğrafçılığa başladı. Reklam ajanslarında sanat yönetmenliği yaptığı yıllarda boğaziçi ikinci evi olmaya devam etti. Arkadaşlarıyla hep burada buluştu. Ne zaman bir çay alıp bir banka otursa yanına illa bir iki kedi gelir otururdu. Soğuk yerlerde yaşama hayali hep oldu. Buz, soğuk, kar hep ilgisini çekti. Bu yüzden bir karar alıp kanada ya gitti. Burada güzel sanatlar fakültesinde fotoğraf okudu. Rembrandt ın tablolarını andıran fotoğraflarını çekmeyi burada öğrendi. Mükemmel diyebileceğim bir teknikle çekilen fotoğrafları bir ürün fotoğrafçılığından çok Rembrandt ın bir tablosuydu. Kanada da en çok kahveleri sevdi. Arkadaşlarıyla çin lokantasına gidip noddle yiyip çay içmeyi seviyordu. Bir gökdelenin son katlarından birinde iki yıla yakın yaşadı. Babasının vefatıyla türkiye ye döndü ve annesinin sorumluluğunu üstlendi. Annesini çocuğu gibi baktı. Onu kaybettiğinde zor zamanlar geçirdi.

Türkiye ye döndükten birkaç yıl sonra benle tanıştı. Beni sevdi, benle yaşamaya karar verdi ve istanbul dan izmir e taşındı. Beş yıllık üniversite hayatımın en önemli destekçisi oldu. Bana ingilizce çalıştırarak o güne dek aldığım en iyi puanları aldırdı. Fotoğraflarıyla bana ilham verdi, bakış açımı güzelleştirdi, müzik bilgime bilgi zevkime zevk kattı. Üniversitem bittiğinde ve üzerinden bir zorlu yıl geçirdikten sonra benimle evlendi. İlişkilerin miladı yedinci yılda evlenmeye karar vererek, kafa göz yeni bir hayata girdi.

Kabasakal, çünkü hep sakallı bir adamdır, hayatımda tanıdığım en enteresan adamdır. Daha önce hiç kimsede görmediğim ritüelleri vardır. Kedilere fısıldayandır, her yemekten sonra iki mug çay içen adamdır. Kahvaltıda içmem dediği kahveyi benle birlikte içmeyi seven adamdır. Eşyalarına takıntı derecesinde bağlılığıyla bana saçlarımı yolduran, erken yatmayı hiç sevmeyen adamdır. Saçları uzun ve güzeldir. Romantik olmayan adamdır ama güzel elleriyle yüzümü seven adamdır. Fotoğraf çekerken ölesiye bu anı yaşayan, sinema tarihini olduğu kadar avrupa ve amerika siyasi tarihini de çok iyi bilen adamdır. Dokuz yıla yakın bir beraberlikte de hala yeni bir şeyler öğrenilebileceğini öğreten adamdır. Güzel bıyıkları, gözleri her daim uykulu olan adamdır. Dans etmekten nefret ederken benle dans edebilmeye başlayan adamdır. Sürprizlerden nefret eden ve sürpriz yapmanın s' sinden anlamayan adamdır.

Kabasakal istanbul da eskişehirli tatlı koca gözlüklü bir anne ve adanalı yakışıklı bir babanın oğlu olarak doğdu. İstanbul da büyüdü, izmir de benle ve toplamda beş kediyle 70 metrekarelik bir evde hayatına devam ediyor. Hayalleri var, umutları var bazen kafayı kırıp beş çocuk istediği bile var. Belki birgün karavanı da olur belki birgün birlikte amerika nın soğuk kıyılarında sert doğasında yaşarız, belki birgün barcelona da denize gireriz. 17 şubat Kabasakalın doğum günü ve ben hayatımın en ciddi otobiyografisini onun için yazıyorum. Yazarken de onu Georgia O'keeffe' in otobiyografisini yazıyorum diye kandırıyorum.
İyki doğdun Kabasakal!
 

4 Şubat 2014 Salı

Soylenme

Yasadigimiz su zaman cok karmasik, cok maddi cok tuketim ustune kurulu ve cok kirli. Her kosebasinda bekliyorlar. Anliyorum ki kirlilik bir rajon, kiroluluk tam anlamiyla bir kultur. Deli gibi bir kotu kulturun saldirisi, baskisi altindayiz. Kendimizi aptalca ve altyapisi onun bunun cocugu bir kimlikle bulabiliriz.

17 Ocak 2014 Cuma

Her Seyin Gurusu

Kozmetik urunleri bir kizin hayatinin yuzde kacini kapsayabilir? Aksamdan, yarin sunu alayim da paylasayim, deyip basini yastiga vuran kizlar var mi gercekten? Bu ruh halini son gunlerde instagramda takildigim bazi kisilerde goruyorum. Ciddi ciddi aldiklari kozmetiklerin tek tek fotograflarini cekip yayinlayan ve bunlara ciddi ciddi yorumlar yapan kiz kafalari var. Mesela ayni urunden bir tane almak yetmemis uc bes tane almis ya da bir rujun bir renginin farkli tonlarini bir alisveriste sepete atmis kiz kafalari var. Anladigim kadariyla tuketim cilginligin ne kadar fazlaysa yapilan yorumlar ve takipci sayisi orani fazlalasiyor. Oran fazlalastikca kendini kozmetik alaninda yetkili gibi hissediyorsun, hissettikce daha fazla almak/ tuketmek/ takipcilerine aktarmak istiyorsun. Birbirini tetikleyen hastalikli bir psikoloji... Bu, isin biraz urkutucu boyutuyken komik bir boyutu da eklenebiliyor buna. O da, artik bu kizlarin kendilerini her konuda yetkili gormeleri. Artik gidilen luks avm de yenilen luks yemegin de fotografi cekiliyor. Olmadi bir de videosu konulup yemek tanitimi yapiliyor
Bir iphone kullanicisi olmak insanlara nasil bir kimlik kazandiriyorsa sanirim bir kozmetik gurusu olmak istemek de boyle bisi. 
İnsanin bir kimlige ait olmak, bir statu gostergesine sahip olmak istemesi kimbilir hangi yoksunluklarinin disa vurumudur?..  
Bu kadar cok kimlik kargasasinin icinde duru kalabilenlere selam cakarim.