17 Şubat 2014 Pazartesi

Bir Garip Kabasakal

İstanbul da doğdu, 60ların sonuydu. Çokca bahsettiği çocukluğu ulus un ormanlık dönemine denk gelmişti. Ulus o zamanlar orta sınıfın semtiydi. Dallarından meyva topladığı, kızakla ortaköy e kadar kaydığı, robert kolejin bahçesinde koşturduğu çocukluğu hepimizinki gibi çok da uzun sürmedi.

Ailesinin aklına koymasıyla ingiliz lisesinin orta bölümüne başladı. İlk birkaç yıl, ingilizce belasının hakkından gelesiye kadar zorlu geçti. Liseye geçtiğinde fen bilimlerini ne kadar çok sevdiğini anladı. Fizik en sevdiğiydi. Yurt dışından arkadaşının getirdiği plaklarla rock müzikle tanıştı. Pink Floyd, Jethro Tull ve John Lenon en sevdiklerindendi. Sağlam müzik bilgisini bu yaşlarda kazanmaya başladı. Üniversite sınavında boğaziçi fizik bölümünü kazandı. Ama baktı olmuyor tekrar sınava girdi ve bu kez boğaziçi inşaat mühendisliği bölümünü kazandı. Hala kopamadığı okulu onun mabedi oldu. Hala görüştüğü arkadaşlarını burada edindi.

Okulun kortlarında sabahtan akşama tenis oynadı, birçok arkadaşına tenis oynamayı öğretti, fırsat buldukça okuldan arkadaşlarıyla ülkenin tüm dağlarını gezdi. Sporla iç içe geçen üniversite hayatında en sevmediği şey koşmaktı. Koşmak yerine sabahtan akşama tenis oynamayı tercih edebilirdi. Üniversite hayatı uzatmalı da olsa bittiğinde aynı okulun çevre mühendisliği masterına devam etti. Okul onun evi gibiydi. Orta kantinden bir çay alıp boğazı izlemek ya da merdivenlerde oturmak en huzur bulduğu zamanlar oldu. Liseden üniversite hayatına, ingilizce ve tenis dersleri vererek ve çeviri yaparak para kazandı. İnşaat mühendisi olarak ise tutunamadı, üç beş yıllık iş deneyiminden sonra fotoğrafçılığa başladı. Reklam ajanslarında sanat yönetmenliği yaptığı yıllarda boğaziçi ikinci evi olmaya devam etti. Arkadaşlarıyla hep burada buluştu. Ne zaman bir çay alıp bir banka otursa yanına illa bir iki kedi gelir otururdu. Soğuk yerlerde yaşama hayali hep oldu. Buz, soğuk, kar hep ilgisini çekti. Bu yüzden bir karar alıp kanada ya gitti. Burada güzel sanatlar fakültesinde fotoğraf okudu. Rembrandt ın tablolarını andıran fotoğraflarını çekmeyi burada öğrendi. Mükemmel diyebileceğim bir teknikle çekilen fotoğrafları bir ürün fotoğrafçılığından çok Rembrandt ın bir tablosuydu. Kanada da en çok kahveleri sevdi. Arkadaşlarıyla çin lokantasına gidip noddle yiyip çay içmeyi seviyordu. Bir gökdelenin son katlarından birinde iki yıla yakın yaşadı. Babasının vefatıyla türkiye ye döndü ve annesinin sorumluluğunu üstlendi. Annesini çocuğu gibi baktı. Onu kaybettiğinde zor zamanlar geçirdi.

Türkiye ye döndükten birkaç yıl sonra benle tanıştı. Beni sevdi, benle yaşamaya karar verdi ve istanbul dan izmir e taşındı. Beş yıllık üniversite hayatımın en önemli destekçisi oldu. Bana ingilizce çalıştırarak o güne dek aldığım en iyi puanları aldırdı. Fotoğraflarıyla bana ilham verdi, bakış açımı güzelleştirdi, müzik bilgime bilgi zevkime zevk kattı. Üniversitem bittiğinde ve üzerinden bir zorlu yıl geçirdikten sonra benimle evlendi. İlişkilerin miladı yedinci yılda evlenmeye karar vererek, kafa göz yeni bir hayata girdi.

Kabasakal, çünkü hep sakallı bir adamdır, hayatımda tanıdığım en enteresan adamdır. Daha önce hiç kimsede görmediğim ritüelleri vardır. Kedilere fısıldayandır, her yemekten sonra iki mug çay içen adamdır. Kahvaltıda içmem dediği kahveyi benle birlikte içmeyi seven adamdır. Eşyalarına takıntı derecesinde bağlılığıyla bana saçlarımı yolduran, erken yatmayı hiç sevmeyen adamdır. Saçları uzun ve güzeldir. Romantik olmayan adamdır ama güzel elleriyle yüzümü seven adamdır. Fotoğraf çekerken ölesiye bu anı yaşayan, sinema tarihini olduğu kadar avrupa ve amerika siyasi tarihini de çok iyi bilen adamdır. Dokuz yıla yakın bir beraberlikte de hala yeni bir şeyler öğrenilebileceğini öğreten adamdır. Güzel bıyıkları, gözleri her daim uykulu olan adamdır. Dans etmekten nefret ederken benle dans edebilmeye başlayan adamdır. Sürprizlerden nefret eden ve sürpriz yapmanın s' sinden anlamayan adamdır.

Kabasakal istanbul da eskişehirli tatlı koca gözlüklü bir anne ve adanalı yakışıklı bir babanın oğlu olarak doğdu. İstanbul da büyüdü, izmir de benle ve toplamda beş kediyle 70 metrekarelik bir evde hayatına devam ediyor. Hayalleri var, umutları var bazen kafayı kırıp beş çocuk istediği bile var. Belki birgün karavanı da olur belki birgün birlikte amerika nın soğuk kıyılarında sert doğasında yaşarız, belki birgün barcelona da denize gireriz. 17 şubat Kabasakalın doğum günü ve ben hayatımın en ciddi otobiyografisini onun için yazıyorum. Yazarken de onu Georgia O'keeffe' in otobiyografisini yazıyorum diye kandırıyorum.
İyki doğdun Kabasakal!
 

Hiç yorum yok: